Öğrencilerime Niccolò Machiavelli’nin eserlerini tanıtacağım bu haftada Türkiye siyasetini kuşbakışı bir açıdan değerlendireceğim. Muhalefetin lider arayışının sürdüğü, daha doğrusu cumhurbaşkanı adayı belirleme sürecinin iç çekişmelerden ötürü sekteye uğradığı bu dönemde siyasi liderliğin neden bu denli önem kazandığını ve lider arayışının gözden kaçırdığı sorunları, bu kez Machiavelli’nin görüşlerinden yararlanarak tartışamaya açacağım.
Machiavelli’nin en tanınan ve Makyavelizm kavramına ilham veren eseri, kuşkusuz Prens’tir. On altıncı yüzyılın başında İtalya’da süregiden egemenlik mücadeleleri esnasında Floransa Cumhuriyeti için birçok resmi görev yürüten Machiavelli, şehrin Fransa’yla müttefik yeni bir oligarşi tarafından ele geçirildiği 1512’de işinden ve özgürlüğünden olur. Hem İtalya’da olan biteni anlamak hem de (muhtemelen) şehrin yeni yöneticilerinin gözüne girmek için kaleme aldığı Prens, karşılaştırmalı siyaset ve uluslararası ilişkiler alanlarına gerçekçi paradigmadan bakan bir siyaset okumasıdır. Ana fikri ise nettir: devlet yönetimine talip olmak, talihin (İt. fortuna) dayattığı öngörülmesi zor hatta imkânsız zorluklarla başa çıkmayı, bir yandan düşmanları saf dışı bırakırken öte yandan halkın itaatini gerek beğeni kazanan işler yaparak gerekse korku salarak elde etmeyi gerektirir. Machiavelli’nin erdem (İt. virtù) olarak adlandırdığı kavram, ahlaki veya dini birtakım kurallara harfiyen uymak değil, aksine doğru zamanda doğru şeyi yaparak siyasetin öngörülemezliğini aşmak, hatta bu uğurda ahlaki ve dini kuralları araçsallaştırmaktan çekinmemek olarak anlaşılmalıdır. Yazarın ismiyle özdeşleşen düşünce ve eylem tarzı, Prens’te bahsi geçen erdem kavramının oldukça basite indirgenmesinden ibaret olsa da tamamen yanlış bir okuma değildir.
Machiavelli adının yüzyıllar boyunca bireysel çıkarcılık ve kinizmle eş anlamlı anılması, her şeyden çok kendisinin bir diğer eseri olan Söylevler: Titus Livius’un İlk On Kitabı Üzerine’nin pek bilinmemesiyle ilgilidir. Kitap, özünde Roma İmparatorluğu tarihine alternatif bir bakış getirmeye çalışır, bunu yaparken de toplumsal çatışmanın siyasete olan etkisini tartışır. Toplumsal uyum ve çatışmasızlığın sıkça övüldüğü siyaset felsefesi anlayışına oldukça zıt bir tez geliştiren yazar, üst sınıflarla alt sınıflar arasında gerilimin, kontrolden çıkmadığı sürece toplumsal dinamizmi besleyen ve istikrarı tehdit etmeyen bir unsur olduğunu iddia eder. Söylevler’in neredeyse her paragrafında öne çıkan ön kabul ise, yönetim biçimi olarak cumhuriyetin böylesi bir dinamizmi ve istikrarı sağlamaktaki önemidir. Aslında Prens’in zaman zaman monarşizme, hatta modern diktatörlüğe övgü olarak okunması Machiavelli gibi cumhuriyetçi görüşlere sahip ve yıllarca Floransa Cumhuriyeti için çalışmış bir düşünüre yapılan bir haksızlıktır. Dahası, Machiavelli eserleri bir bütün olarak okunduğunda ortaya çıkan sonuç, liderlik vasfının siyasette tek belirleyici olmadığıdır; cumhuriyetçi bir kurumsal yapının toplum için son derece önemli olduğu, siyasi önderliğin böylesi bir kurumsallığın ortadan kalktığı kriz anlarında öne çıktığı da meşru bir alternatif Machiavelli okuması olarak düşünülmelidir.
Özetlemek gerekirse, Machiavelli’nin yaşamı ve yazılarında temel bir gerilim vardır: çatışmalı bir toplumda kamu yararını gözetmek için güçlü bir kurumsal yapı, cumhuriyetçi yönetim gereklidir, ancak öncülük eden bir siyasi lider olmadan bu yapıyı kurmak, bir arada tutmak ve savunmak her zaman mümkün olmayabilir. Elbette Machiavelli’nin cumhuriyet tanımı modern demokrasilerde yaygınlaşan kurumlardan son derece farklıdır; kendisinin çok partili bir rejimden, çok adaylı seçimlerden, parti içi demokrasiden, temel anayasal haklardan bahsetmesini beklemek gülünç olur. Bununla beraber, Machiavelli’nin beş yüz yıl önce dert ettiği çelişkilerin günümüz Türkiye’sinde siyaseti, özellikle de muhalif siyaseti açıklamakta yararlı olduğunu düşünüyorum.
Türkiye, demokratik siyasetin hiçbir zaman tam olarak kurumsallaşmadığı bir ülke. Meclisin iki kere Silahlı Kuvvetler tarafından tamamen işlevsiz bırakıldığı, sayısız siyasi partinin mahkeme kararlarıyla kapatıldığı, milletvekillerinin meclis binasından polis zoruyla çıkarıldığı, yargının bağımsız kararlar verdiğine kimsenin inanmadığı, hiçbir anayasası toplumsal katılımla yazılmamış olan bir ülkeden bahsediyoruz. Kurumsallığın zaten zayıf olduğu bir bağlamda, 2011 sonrası AKP hükümetleri iktidarda kalabilmek adına başta bürokratik denetim ve seçim güvenliği olmak üzere kalan tüm kurumsallığı da yok etme yolunu seçti. Buna parti içi demokrasinin hep zayıf olduğu, çok adaylı ve adil parti içi seçim mekanizmasının yüz yılda sadece iki-üç kere (ve sadece CHP/SHP içinde) kullanıldığı gerçeği de eklenince şu andaki durum daha iyi anlaşılacaktır. Kâğıt üzerinde yüzlerce, hatta binlerce kurumun var olduğu bir sistemde hiçbir kararın kurumsal mekanizmalar yoluyla alınmaması, “cumhurbaşkanımızın talimatıyla” sözünün bu döneme dair utanç verici bir vesika olması durumun vahametini gösteriyor. Altılı Masa’da bir araya gelen muhalefet ise bu sorunu aşmaktan ziyade yeniden üretiyor: cumhurbaşkanı adayı belirleme sürecinin sözde parti içi ve partiler arası uzlaşıyla sonuçlanacağı söylense de gerçekte kararın birkaç parti lideri ve onlara akıl verenler arasında netleşeceğini artık herkes biliyor. Olur da seçimi kazanırsa Altılı Masa’nın demokratik kurumsallaşmaya nasıl katkı sunacağını merak edenler için ise, şu ana kadar ortaya sunulan bir öneri yok.
Daha önceki yazımda CHP özelinde belirttiğim gibi, muhalefetin hali sadece ülkedeki genel kurumsal zayıflamadan kaynaklanmıyor. Siyasi görüş farklılıklarının parti içinde medeni bir şekilde tartışılabildiği bir ortam şu anda yok. Aynı şekilde parti politikası diye bir şeye de pek rastlanmıyor. Bu da liderlik vasfının en önemli, hatta tek önemli siyasi unsur olarak ortaya çıkmasına olanak sağlıyor. Etnik milliyetçi sağcı bir kanattan modern sosyal demokratlara uzanan bir yelpazeyi bir arada tutan CHP’de liderin bir numaralı işlevi, hiziplerin partiyi bu kritik anda dağıtmamasını sağlamak. Türkiyelileşme ve özerkleşme stratejilerini bir arada yürütmeye çalışan HDP, devletin olağanüstü şiddeti sonucunda her iki projenin de yürütülemeyeceği bir ortamda şimdilik hayatta kalmaya çalışıyor. Kürt siyasi hareketiyle Türkiye solunun bir kısmını bir arada tutan unsurlardan en önemlisi, kuşkusuz Selahattin Demirtaş’ın karizmatik liderliğiydi; kendisinin hukuksuz yollarla saf dışı bırakılmasından sonra Hasip Kaplan’la Sırrı Süreyya Önder arasındaki liderlik yarışında yaşananlar da HDP’den ayrılıp TİP’e katılanların deneyimleri de kamuoyuyla paylaşılmadığı için şimdilik söylenecek tek şey, HDP etrafındaki ittifakın iyi-kötü bir arada kalmayı başarmaya çalıştığı. Muhalif sağ partiler arasında ciddiye alınabilecek tek atılımı İYİ Parti yapsa da bu partiyi siyasi düşünce ve eylem olarak iktidar partilerinden ayıran şeyin ne olduğu, kendilerinin iktidar ortağı olduğu bir hükümetin başta temel hak ve özgürlükler olmak üzere sorunlara nasıl yaklaşacağı pek bilinmiyor.
Sonuç olarak Erdoğan ve AKP’nin dayattığı, muhalefet partilerini yönetenlerin de aşma çabası göstermediği veya aşamadığı kurumsal gerileme, siyasi liderliğe aşırı önem atfedilen bir dönem yarattı. Dahası, lider odaklı strateji belirleme fikri, muhalefet adına açmazlara da neden olmakta: öne çıkan, Erdoğan rejimini tehdit etme potansiyeli olan siyasetçiler yargı marifetiyle ortadan kaldırılabiliyor. Bir önceki yazıda daha uzun anlattığım gibi, seçimlere kalan zamanda muhalefetin her kesiminin stratejisi sadece seçim kazanacak lider çıkarmaktan ibaret olmamalı; birbiriyle anlaşamayan, hatta birbirinden hoşlanmayan kesimler ortak bir kurumsallıkta, örneğin asgari müştereklerin paylaşıldığı bir anayasa projesinde, hükümet programında, gelecek vizyonunda buluşmaya çalışmalı. Son sözü Machiavelli’ye bırakırsak muhalefet, kendi sadece “prens”ini bulmayı değil gerçek anlamda bir “cumhuriyet” kurmayı denemeli.